KAĞIZMAN’DA, MİLENYUM’DAN SONRA 04 YILINDAN MİLATTAN ÖNCE 40 000 YILINA BİR YOLCULUK
Temmuzda Kars’ın şirin ilçesi Kağızman’daydım. Şiirin ve çiçeklerin diyarı bu şirin ilçede üzerinde yaşadığımız toprakların en eski sahiplerinin izlerini sürdüm. Elimde fotoğraf makinesi ve kamera, bir hafta boyu dağ taş dolaşıp durdum. Tarihî değer taşıyan bütün köyleri dolaşmak niyetindeydim. Bir haftada bu işi tamamlayacağıma inanıyordum işin başında. Oysa her geçen gün dolaşmak daha da güçleşiyordu. Gittiğimiz her yeni köyde tarihin biraz daha eski çağlarına doğru yol alıyordum. Bir taraftan tarih eskiye uzanırken diğer taraftan ulaştığım tarihî eserlerin sayısı ve detayları artıyordu. Bir haftayı bitirdiğimde elimde bin altı yüzden fazla fotoğraf ve birçok video kaydı vardı ama; bir sonraki gidişimde gezilmesi ve görülmesi gereken yerlerin listesi de gezdiğim yerlerin sayısını aşmıştı.
Anadolu tarihindeki ilk yerleşim yerlerinden biri olan Kağızman’ın tarihi Kabataş Devri’ne kadar uzanıyor. İlçe merkezinde ve ilçeye bağlı köylerde Milattan Önceki dönemlere ait birçok tarihî eser ve kalıntılar var.
Son yıllarda Atatürk Üniversitesi’nden bir grup öğretim üyesi, bazı araştırma ve kazı çalışmaları yapıyormuş. Fakat bu bölge, nedense hâlâ arkeolojik araştırmalar ve kazılar bakımından bakir kalmış sayılabilir durumda.
Bu yazının hacmine bir haftalık gezinin sadece üçüncü gününü sığdırabileceğim.
Kağızman’dan Ozan Sadık Miskinî’yi ve Kağızmanlı Cemal Hoca’nın torunlarından Fikret Turan’ı alıp yola çıkıyorum. Yolculuk boyunca tarih – kültür – şiir üçgeninde konuşup duruyoruz. Arada bir Sadık Miskinî’yle karşılıklı şiirler okuyoruz, O’nun sözlerini yazdığı Arif Sağ, Kıvırcık Ali türkülerinin sözlerini okutuyoruz Sadık Miskinî’ye. Türküler mırıldanıyoruz. Bayam mahallesi ile Kötek nahiyesi arasındaki kızıl tepelerin eteğinden geçerken Aras nehrinin en büyük kolu olan Bayam Çayı’nın kıyısı boyunca hep bir ağızdan Kağızman yöresinin sevilen türkülerinden
“Bu tepe pullu tepe
Nenni de yarim nenni
Su gelir sere serpe
Eski de yarim hani”
türküsünü söylüyoruz. Hava türkü kokuyor, su türkü söylüyor, vadi boyunca ağaçlar mısra mısra şiir fısıldıyor adeta. Her adımda biraz daha iyi anlıyorum bu şehrin neden bu kadar çok şaire memleket olduğunu. Burada “Coğrafya edebiyata analık ediyor.” dense yeridir. Evet, burada şiiri doğuran ve türküyü besleyen bir doğal çevre var.
Yaklaşık yarım saatlik bir yolculuktan sonra Camuşlu köyüne ulaşıyoruz. Ozan Turgut Turanî bizi karşılayıp misafir ediyor. Kısa bir dinlenmeden sonra Anadolu’nun bilinen en eski yazıtlarını görmek için yola çıkıyoruz.
Ozan Turgut Turani’nin traktörüyle Aladağ’ın doğu yamaçlarına doğru tırmanıyoruz. Yukarılara çıktıkça civar köyler daha bir güzel görünüyor. Her yeni dönemeçten sonra bir başka köy görünebilir duruma geliyor Kızılveren, Çamuşlu, Kozlu, Purut, Yanlızçam, Kötek, Temirkurtlu Bağları kilim deseni gibi uzanıp gidiyor. Ufkumuz açıldıkça gözümüz gönlümüz açılıyor. Yazılı Kaya’ya gitmek için izlediğimiz yayla yolunda ilerledikçe Ozan Turgut Turanî yanık türküler söylüyor. Kâh kendi eserlerinden kâh dedesi ünlü ozan Cemal Hoca’nın türkülerinden okuyor. Türkülerle traktörün zorla yol alabildiği yolu kısaltıyor ve yolun güçlüklerini azaltıyor. Konuklarına yüreğini açan insanımızın o engin yüreğinden dökülen türkülerin güzelliğini yaşıyoruz.
Bir saate yakın sürüyor Aladağ’a doğru tırmanışımız. Yazılı Kaya Yazıtları’nın yakınlarında traktörden iniyoruz. Kalan birkaç yüz metrelik yolu yürüyerek çıkmamız gerekiyor. Yıllarca başkalarından dinlediğim bu kayaların bu kadar büyük ve şekillerin bu kadar net olacağını düşünmemiştim.
Yazılı Kaya Yazıtları, bazalt yapılı doğal bir kaya üzerinde. Kayada oyulma veya örülme durumu yok. Mevcut kayanın doğal şekline dokunulmadan var olan yüzeyler yazı zemini olarak kullanılmış.Yazılı kısım iki bölüm. Birinci bölüm yerden yaklaşık 4 metre yüksekte. 3 metreye yakın genişlikte ve 15 metreye yakın bir uzunluğa sahip. Aynı duvarın doğu uzantısı üzerindeki ikinci kısım, daha küçük. Küçük kısımdaki figürlerin şekilleri daha belirgin ve daha düzgün. Adeta birinci kısımdan daha sonra ve daha gelişmiş bir teknikte yapılmış gibi duruyor. Resimlerde geyik, dağ keçisi ve eşek figürleri var. Bun resimlerden, buralarda önceleri bu tür hayvanların çok olduğunu anlayabiliyorsunuz. Ki dağ keçisi hâlâ bu civarda çokça rastlanan av hayvanlarından.
Elinde meşale veya dal tutuyor gibi duran bir insan figürü dikkatimizi çekiyor. Biraz yakınında da insan başını andıran bir oyma var. Bu oyma, çok belirgin değil. Taşın zamanla parçalanmış olmasından kaynaklanan bir oyuk da olabilir, daha sonraki devirlerde başkalarınca oyulmuş da olabilir.
Dikkate değer bir başka ayrıntı da resimlerin birçoğunun herhangi bir merdiven veya iskele kurulmadan ulaşılamayacak yükseklikte olması. Daha aşağıda ve ulaşılabilir yükseklikte olanların da bulundukları yerde onları çizebilecek rahatlıkta durulabilecek bir zemin yok. Kayalara tutunarak tırmanabildiğimiz yükseklikte onlara ulaşabiliyoruz ama, tırmanabildiğimiz bu yerler öyle uzun bir süre ayakta durmaya elverişli yerler değil.
Yazılı Kaya ve onun yakınındaki Kurban Ağa Mağarası, ilk kez Prof. Dr. İsmail Kılıç Kökten tarafından 1960 yılında dünyaya tanıtılmış. Kurban Ağa Mağarası 11,5 derinliğe, 55 metre iç genişliğine ve 12,5 metre ağız genişliğine sahip.
Mağara’da Kabataş Devri’ne ait resimler buranın ne kadar eski bir tarihte yerleşim yeri olarak kullanıldığını gösteriyor. Arkeologlar mağaranın Milattan Önce 12000 ile 7000 yılları arasında kullanıldığını düşünüyor. Bilimsel araştırmalar resimlerin de aynı döneme ait olduğunu gösteriyor. Bu civarda birçok köyde mağara ve kaya altı sığınağı türünde yerleşme yerleri var. Kurban Ağa Mağara’sında ve yakınındaki Tombul Tepe’ de yapılan kazılarda bulunan ve şimdi Kars Müze’sinde sergilenen bazı taş araçların, ocak yerlerinin, şölen tipi el baltalarının M.Ö. 40000-10000 yılları arasındaki üst-palealotik dönemden kaldığı düşünülüyormuş bilim adamlarınca.
Kurban Ağa Mağarası ile Camuşlu’nun güneyindeki Kozlu köyü mağaraları aynı güzergahta ve benzer yapıda. Kozlu’daki mağaraların bazıları iki üç katlı. Mağaraların arkası Aladağ’a, önü Kağızman’a (doğuya) bakan yönde. Genellikle her mağaranın içinde ocak yerleri bulunuyor. Mağaraların doğu yönündeki yamacın eteğindeki düzlükte bulunan kayada oymalar var. Yemek kaplarını temsil eden oymalar ve bir de hayvan ayağını andıran bir oyma bulunuyor kayanın üzerinde. Özellikle oval bir tepsiyi andıran leğen oyması tornadan çıkmış kadar düzgün yapılmış. Kozlu köyünde bu şekilden dolayı bu kayaya Lenger Taş deniyor. (Lenger: Tepsi ile tabak arası büyüklükte yayvan tabak.)
Anadolu’daki birçok tarihî eserin başına gelen o bildik iki dert, bu en eski değerlerinde başında. Bir yanda ilgisiz ve duyarsız yetkililerin gevşek tutumu, diğer yanda define meraklısı uyanıkların(!) hızlılığı. Anadolu’nun asıl definesi olan tarihî eserleri yiyip bitiren define hikayeleri buraları da köstebek yuvası gibi kazdırmış. Bize bile defineci gözüyle bakanlar oldu. Hatta gezimizin dördüncü günü Kötek Nahiyesi’nin köy korucuları Köroğlu Kalesi’nin fotoğraflarını çekerken bizi alıp jandarma karakoluna kadar götürdüler. Allah’tan Kaymakam Aylin Hanım’la ve eşi Harun Bey’le gezimizin başından beri görüşüyor ve çektiğimiz fotoğraflarla ilgili fikir alış verişinde bulunuyorduk. Yoksa definecilikten ifade vermemiz işten bile değildi.
Biz hiçbir şeye aldırmadan dağı taşı dolaştık. Daha ilk gün ayakkabılarımız parçalandı. Dersimizi aldık. Diğer günler birer çift gızlavert lastik aldık yanımıza. Babamın arabasının egsoztunu kırdık Kaldırım tepesinde. Akşamları Önal Nuray’ın çay bahçesinde, sabahları Muhtar Kaplan Kodak’ın kahvesinde çay içip çektiğimiz fotoğrafları, filmleri izleyip keyiflendik. Sabah namazında Yukarı Cami’de Halil Hoca’nın misafiri olduk. İkindilerde Asker Aydın’la Ramiz Kişi Halk Eğitim’de misafir etti bizi.
Yazılı Kaya’nın iki bahtsızlığı daha vardı. Üzerine yazılar kazıyanlar ve kayanın iklim şartlarından kaynaklanan yıpranması. Eğer önlem alınmazsa yakın bir gelecekte Yazılı Kaya’nın yüzeyindeki çatlaklar daha da büyüyebilir. Yer yer parçalanmaların ve kırılmaların olduğu yüzeyde her geçen gün yazılı alan daralıyormuş. Turizm Bakanlığı ve diğer ilgili ve yetkili kurumlar önlem almazsa yıllar sonra Yazılı Kaya’nın kendisi sadece yazılarda kalabilir.
Milattan Önce 40000 ile Milenyum’dan Sonra 04 yılları arasında bir yolculuk oldu Kağızman’da ve Camuşlu köyündeki gezimiz. Ve iki soru işareti kaldı kafamda:
Birincisi; Milattan Önce 40000 ile Milenyum’dan Sonra 04 yıllarını ve insanlarını sanata duyarlılık ve sanata saygı bakımından karşılaştırsak hangisi daha geri kalmış sayılacak?
İkincisi; Yazılı Kaya, Aladağ’ın yamaçlarından Çankaya’nın yamaçlarına sesini duyurabilecek mi?
Bir gün anlayabilecek mi insanlarımız, her tarihî eser hepimizin ortak malı olan bir definedir.
Bir cevap yazın